-
İstanbul’da Yaşayan Edebiyat Aşıklarının Mutlaka Ziyaret Etmesi Gereken 8 Müze
Kültür ve sanata meraklı insanlar için İstanbul eşi benzeri olmayan olanaklara sahip muhteşem bir kenttir. Hele bir de edebiyat aşığı iseniz, İstanbul’a baktıkça şair de olursunuz yazar da… Zaten bu listedeki müzelerin birçoğu, İstanbul’un güzelliğinden aldığı ilhamla kalemini bulmuş yazarların evlerinden oluşuyor. İstanbul olmasaydı, o güzel şiirleri, öyküleri de okuyamayacaktık.
Edebiyat sevginizin yine coşkulu olduğu bir günde İstanbul’u gezerken, hafızanıza birkaç yeni ve güzel anı eklemeniz için uğrayabileceğiniz birkaç müze önerimiz var.
1. Sait Faik Abasıyanık Müzesi
Burgazada’ya daha ayağınızı bastığınız anda Sait Faik’in öykülerinden birinin içine dalmış gibi olursunuz. Birkaç sokak yukarı çıkıp yazarın evinin bulunduğu, Çayır Sokağa geldiğinizdeyse o naifliğin tam kalbinde buluverirsiniz kendinizi. Bu güzel insanın anılarına tanık olacağınız müze evi, kendisinin vasiyeti sayesinde ücretsiz. En çok sevilen müze evlerden biri olan Sait Faik Abasıyanık Müzesi’ni; Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri 10.30-18.00 arasında ziyaret edebiliyorsunuz.2. Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müze Kütüphanesi
Gülhane Parkı içinde bulunan Ahmet Hamdi Tanpınar Müze Kütüphanesi, Pazartesi’den Cumartesi gününe kadar 10.00-19.00 arasında herkese ücretsiz olarak açık. Üstelik müze içinde bulunan piyanoyu isterseniz kullanabiliyorsunuz. Tanpınar’ın adının verildiği kütüphanede 9000 kitabın yanı sıra, 33 farklı yazara ait eşyaya ulaşabilirsiniz.3. Aşiyan Müzesi
Bebek’te, Aşiyan Yokuşunda bulunan evini, Tevfik Fikret bizzat kendisi tasarladı ve Farsça’da “yuva” anlamına gelen aşiyan ismini kendisi verdi. Evin çizimlerinin bulunduğu orijinal projeler de müzede sergileniyor. Boğazın kenarında müthiş bir huzura sahip Aşiyan’ı ziyaret ederek, Tevfik Fikret’in yaşamının önemli bir parçasını görmek isterseniz Pazartesi hariç her gün 9:00-16:00 arası sizi bekliyorlar.4. Orhan Kemal Müzesi
Cihangir’deki Orhan Kemal müzesi hafta içi her gün 10.00-19.00 arası yazarın sevenlerine açık. Girişin ücretsiz olduğu müzede Orhan Kemal’e ait kitaplar, fotoğraflar ve eşyalar sergileniyor. Yazarın oğlu Işık Öğütçü’nün girişimiyle açılan müzede bulunan belgeler Orhan Kemal’e karşı sevginizin katlanarak artmasına ve hüzünle dolmanıza neden olabilir.5. Hüseyin Rahmi Gürpınar Müze Evi
Adalardaki bir diğer edebiyat müzesi durağı ise Heybeliada’da ruhban okulunun tam karşısındaki Hüseyin Rahmi Gürpınar Müze Evi. Adanın muhteşem bir konumunda bulunan bu güzel manzaralı eve ulaşmak için biraz efor sarf etmeniz gerekecek.6. Kemal Tahir’in Evi
Kadıköy Şaşkınbakkal’da son yıllarını geçirdiği evinde yazarın kitaplığı, kişisel eşyaları, daktilosu, yatak odasını görebilirsiniz. Müze evinin kapıları hafta içi her gün 09.00 – 18.00 arası ziyaretçilere açık.7. Masumiyet Müzesi
Orhan Pamuk’un romanıyla aynı ismi taşıyan Masumiyet Müzesi’nde roman kahramanlarının kullandıkları eşyalar, giysiler ve daha birçok detay sergileniyor. Mimari yapısıyla da dikkat çekici olan müzeyi gezmek isterseniz romanı okumuş olmak zorunda değilsiniz. Salı, Çarşamba, Cuma, Cumartesi, Pazar günleri 10.00-18.00 Perşembe günü ise 10:00-21:00 arası açık olan müzenin ne yazık ki, öğrenciyseniz 10, değilseniz 15 TL ücreti var.8. Adam Mickiewicz Müzesi
Polonya’nın milli şairi Adam Mickiewicz Türkiye’ye olan sevgisini bir zamanlar şöyle ifade etmiş; “Polonya’nın, komşu düşmanlar tarafından ezilmesine hiçbir devletin ses çıkarmadığı günlerde, teK dostumuz Türkler olmuştur. Biz Türkler’i düşmanımızın önünde eğilmediği ve Polonya’nın işgalini kabul etmediği için, üstün bir millet olarak severiz.” -
KONUSU KİTAP VE EDEBİYAT OLAN 7 HARİKA FİLM
‘’Kitaplarım bana yetecek kadar büyük bir krallıktır.’’ WILLIAM SHAKESPEARE
Güzel sanatların geleneksel altı dalı olan resim, heykel, mimari, müzik, dans ve şiire sonradan eklenen sinema, nam-ı diğer ‘’Yedinci Sanat’’ teknolojik imkânların artmasıyla son yıllardaki ihtişamlı yükselişini sürdürüyor. Neredeyse her yıl yüzlerce film izleyiciyle buluşurken, bunlardan bazıları milenyum hızında hayatlar yaşayan bizlerin gözünün önünden rüzgâr gibi geçip gidiyor. Netlix’in de çevrimiçi sinema sektöründeki hızlı yükselişi, bu yarışa yeni bir ivme kazandırmış durumda.
Kitap olarak yayınlandıktan sonra sinema perdesine yansıtılan filmler de yapımcıların dikkatini çekti ve bu yapımların sayısı artmaya başladı. Hal böyleyken konusu kitap olan ve kitaplardan uyarlanan bu filmlerden bir liste yaptım.
1.KELEBEĞİN RÜYASI / THE BUTTERFLY’S DREAM (2013)
Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği film II. Dünya Savaşı döneminde Zonguldak’ta yaşayan genç şairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun hayat hikâyesini anlatıyor. Yılmaz Erdoğan ise Behçet Necatigil rolünde. Filmin müziklerini de dünyanın en büyük ikinci Star Wars koleksiyonuna sahip olan besteci ve opera sanatçısı Rahman Altın yapmıştır. Es geçilmemelidir.
1958 Almanya’sında Michael 15 yaşında hastalanır ve 36 yaşındaki Hanna Schmitz ona yardım eder. Hikâyemiz böylece başlar.
3.KIRIK KALP KÜTÜPHANESİ / HEARTBREAK LIBRARY (2008)Eun-Soo, son günlerde kitaplara karşı zarar verilen bir kütüphanede çalışan bir kütüphane görevlisidir. Bir gün, kitapların belirli bir sayfasını yırtan Jun-Oh’u suçüstü yakalar. Eun-Soo kütüphanedeki zarardan dolayı onu suçlar, ama çok geçmeden hareketlerinin arkasında yatan karmaşık hikâyeyi öğrenecektir.
4.AŞKIN SON MEVSİMİ / THE LAST STATION (2009)1910 yılında 82 yaşındayken bir tren istasyonunda zatürreden ölen Tolstoy, ölümünün yüzüncü yılında çeşitli etkinliklerle tüm dünyada anıldı. Bu kapsamda Jay Parini’nin romanından uyarlanan filmde, Tolstoy ile 48 yıllık karısı Sofya arasındaki karmaşık aşkın son yılındaki hikâyesine tanık oluyoruz. Helen Mirren filmdeki rolüyle En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar’a aday gösterilmişti. Müthiş bir filmdi.
5.PARİS’TE GECE YARISI / MIDNIGHT IN PARIS (2011)Edebiyat ve sanatla dopdolu harika bir film daha. Her yazar zamanda yolculuk yapmak ister. Kahramanımız Gil, gece yarısı olağanüstü bir şekilde 20.yüzyılın başlarına gidiyor.
6.KİTAP HIRSIZI / THE BOOK THIEF (2013)Liesel Meminger’in, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’da henüz dokuz yaşındayken bir ailenin manevi kızı olur. Çok sevdiği ailesi ve evlerinde kalan sığınmacı Max sayesinde okumayı öğrenen ve çok seven Liesel kitaplarla derin bir bağ kurar.
Penelope Fitzgerald’ın aynı adlı romanından uyarlanan filmde, Florence Green İngiltere’de küçük bir kasabada yaşayan bir kadındır. Kasabada bulunun tarihi bir evi kitapçı olarak işletmeye karar verir. Büyük bir risk alarak girdiği işte başarılı olan genç kadın, bir süre sonra kasaba halkına ödünç kitap vererek kitapçıyı bir kütüphaneye dönüştürür. Karşısına çıkan zorluklara rağmen başarılı olabilecek midir?
-
Parnasizm Nedir?
Suut Kemal Yetkin’e göre Parnasizm, Realizm ve Natüralizmin şiire uyarlanmış halinden başka bir şey değildir. Bu konuda ona hak vermemek elde değil çünkü Parnasizm tam olarak budur.
Parnasizm sadece şiir için geçerli bir akımdır. Her akımda olduğu gibi Parnas akım da kendinden önceki akıma yani Romantizme tepki olarak doğmuştur.
1866 yılında Parnasse Contemporain adlı dergi etrafında toplanan şairlerin şiirleri de aynı adla anılmaya başlanmıştır. Daha sonra Parnasse okulları açılmış ve Parnas şiir anlayışı bir ekol olarak ilerlemiştir.
Parnas şiirinin dünya çapında en önemli temsilcileri; Gautier, Jose’-Maria de Heredia ve Banvillc’dir. Bu akımda daha sonra Sembolist akımın kurucuları olarak anılacak üç büyük şair de vardır: Baudelaire, Verlaine ve Mallarme.
Bizde ise Parnas akım Servet-i Fünun ile başlar. Servet-i Fünun, geleneği reddeden ilk Türk topluluğudur. Servet-i Fünun içinde Romantik, Parnas ve 90’lardan sonra Sembolist şairler vardı. Türk edebiyatında Tevfik Fikret ile başlayan Parnas akım Yahya Kemal Beyatlı ile altın zamanın yaşamıştır. Yedi Meşalecilerde de Parnas akımın etkisi görülmektedir.
Parnas şiir 1880’lerin sonuna doğru yerini Sembolizme bırakacaktır.
Parnas şiir akımını “Sanat için sanat” görüşünü benimser. Bu ölçüde Parnas şiir özelliklerini sıralayabiliriz:
1. Biçime önem verilir.
Parnas akıma bağlı olan şairler, bir kuyumcu titizliğinde çalışırlar. Şiirde biçime oldukça önem verirler ve hatasız bir şekil ortaya çıkarırlar.
2. İlhama karşıdırlar.
Parnasyen şairler Romantik akımı bu yüzden eleştiriyorlardır. İlham ile yazılan şiirler, şeklen serbest ve kafiyesiz olarak yazılıyordu. Üstelik bu şiirlerde sözcükler mantık süzgecinden geçirilmediği için şiir içinde argo sözcükler de vardı. Oysaki Yahya Kemal Beyatlı’nın bir sözcük için yıllarca beklediği bilinmektedir.
3. Objektif olmak
Özneyi baş tacı yapan Romantiklere karşı, Parnasyenler objektiftirler. Romantikler şiirlerinde bir başkasının duygularını ya da bir başkasını işleyebildikleri gibi kendi duygularını da işleyebilirlerdi; yani Romantik şiir bireysel şiirdi. Parnesyen bir şairin şiirinde ise kendi duyguları ya da kendi özeli yoktur. Hiçbir Parnesyen kendi aşkını şiirinde işlemez. Yahya Kemal’in bugüne kadar yaşadığı hiçbir gönül macerası şiirlerine taşmamıştır örneğin. Bu düşünce aslında daha sonra Sembolistleri de etkileyecektir. Sembolist ekol de Parnas şiirden beslendiği için kendi içinde ikiye ayrılacaklardır. Baudelaire etkisinde olan şairler şiirlerinden özel hayatlarından bahsederken Mallarmé etkisinde olanlar şiirlerinde kendilerinden bahsetmeyeceklerdi.
4. Gözlem
Objektif olmak için gözlem yapmak gerekir. Parnas şairler, şiirlerine malzeme bulmak için gözlem metodunu seçerler. Gözlem yapılan şeyler ise insan değildir. Dış dünya, sokak, şehir, bir manzara, dağ ve bunun gibi herkes tarafından görülebilen, somut şeyler gözlemlenir. Gözlemlenen bir durumu şiire aktarmanın tek yolu ise tasvirdir. Parnas şairler şiirlerinden tasvir yani betimleme yaparlar. Şiirde sadece betimlemenin olması Parnasyen bir şairin temel kurgu kurallarındandır. Elbette bu kural onları tema olarak da kısıtlamıştır. Bazı araştırmacılara göre Parnas şiirin uzun süreli olmama nedeninde bu durumun oldukça fazla etkisi vardır.
5. Müzikalite
Şiirde bir iç ahenk bir müzik oluşturmak Parnas şairlerin yegane uğraşıdır. Bu kural, biçimde mükemmellik kuralı ile de örtüşmektedir. Şiirde müzik fikri Batı’da ilk kez Parnas şairler tarafından ortaya atılmıştır. Doğu dünyasında kullanılan aruz vezni ise zaten bir müzik ile oluşturulduğu için dünya çapında müziği şiire sokan ilk kitle Parnaslar değildir. Nitekim şiirin konusuna göre vezin kullanma fikri hem doğu hem batı için Parnaslara özgüdür. Türk edebiyatında ise bunu ilk deneyen şairimiz Tevfik Fikret’tir.
Türk edebiyatında Tevfik Fikret, iyi işlenmiş dili, biçimi ve mükemmelliği ile Parnas akımın ilk ve önemli temsilcisi olurken; Yahya Kemal’in sese, ahenk ve uyuma, biçim kusursuzluğuna önem vermesi ondan görülen Parnas şiir etkileridir. Aslen ülkemizde Tanzimat ile her akımdan etkilenme görüldü. Batı dünyasında bir akımın temsilcisi kesinlikle bir diğer akım ile ilgilenmezken ülkemizde hem Realist hem Natüralist olabildi. Bu nedenle bizdeki Parnas akım, etkilenme ile oluşmaktadır
-
Moliere’in Hayatı ve Cimri Oyununun Özeti
Fransız edebiyatının önde gelen yazarlarından olan Moliere, Türk edebiyatına Tanzimat dönemi sanatçılarından olan Ahmet Vefik Paşa’nın tiyatro çevirileri ile girmiştir. Yazdığı ve oynadığı oyunlar ile döneminin tanınan isimlerinden ve klasisizm akımının önde gelen sanatçılardan olan Moliere’in hayatının ana hatlarına kısaca değindikten sonra Moliere’in en tanınan oyunlarından Cimri’nin özetini yapacağız.
Moliere’in Hayatı
Moliere, zengin bir burjuva ailesinin çocuğu olarak Paris’te dünyaya gelir. 10 yaşlarında annesini kaybeden Moliere, Paris’in en iyi okullarında eğitim görür. Öğrenim hayatını bitirdikten sonra babasının işlerini devam ettirmeye ve hukuk alanında öğrenim görmeye başlasa da bu işlerden 23 yaşında sıkılarak Paris’ten ayrılır. Ünlü bir tiyatro sanatçısı ile ortak bir tiyatro ekibi kurar. Sahne adı olan Moliere’i ilk kez bu tiyatro topluluğunda oynadığı ve yazdığı oyunlarda kullanır. Aldığı yüksek eğitim sebebi ile de tiyatro’nun tüm idaresini ellinde tutan Moliere, ekibin borçlarını ödeyemediği için birçok defa hapse atılsa da babasının ve tiyatro ekibinin yardımı ile borçlar ödenir ve aynı gün içinde özgürlüğünü kazanır.
Atlattığı bu zor durumdan sonra ortağı ile 12 yıl sürecek bir tiyatro turnesine çıkar. Bu süre içerisinde birden fazla asilin maddi desteği ve koruması altına girer. Moliere ve ekibi yakaladıkları başarı sonucunda Paris’e gelerek kralın kardeşinin desteğini kazanır. I. Flip’in desteği ve koruması altında oynadıkları oyunlar sayesinde daha da ün kazanırlar.
Moliere, 1662 yılında ortağının kızı ile evlenir. Bu evliliğinden 3 çocuğu olur. Ancak sadece biri hayatta kalır. Paris’in önde gelen sanatçılarından biri haline gelen Moliere’e bizzat kralın emri ile 1000 livre yıllık maaş bağlanır. 1664 yılında Moliere’in oğlunun vaftiz babası olan Kral Louis aynı yıl içinde Moliere’in maaşını 7000 Livre’ye çıkarır.
Moliere’in Ölümü ve Sonrası
Yazdığı bazı oyunlar halihazırda zaten tiyatrocuları sevmeyen kilise ve dindarların tepkisini üzerine çeker. Sağlığı gün geçtikçe kötüye giden Moliere 1673 yılında oynadığı “Hastalık Hastası” adlı oyunda fenalaşır. Verem ile mücadele eden Moliere tüm rahatsızlığına rağmen oyununu tamamlar. Oyunun bitmesinden sonra evinde dinlenirken yeniden gelen sancılar yüzünden hayatını kaybeder.
Katolik Kilisesi’nin tiyatroya ve tiyatroculara bakış açısı oldukça nettir. Bu yüzden devlet üzerindeki etkilerini kullanarak tiyatrocular ile ilgili yasaların çıkarılmasını sağlarlar. Moliere her ne kadar kralın desteğini alan bir sanatçı olsa da Katolik Kilisesi Moliere’in cenaze töreninin yapılmasına izin vermez. Moliere’in eşinin kralın huzuruna çıkarak istekte bulunması üzerine gece vakti bir tören düzenlenir ve Moliere, vaftiz edilmeden ölen küçük çocukların gömüldüğü yere defnedilir. Yaklaşık 20 yıl sonra gerçekleşen Fransız İhtilali sonrası Moliere’in bedeni “Fransız Anıtlar Müzesi”ne aktarılır. 1816 yılında da ünlü sanatçıların mezarlığı olarak bilinen “Pere Laschaise” adı verilen mezarlıkta ünlü Fransız yazar La Fontaine’in mezarının yakınlarına defnedilir.
Cimri Oyunu Hakkında
Moliere’in yazdığı Cimri oyunu 5 perdeden oluşur. Moliere’in bağlı olduğu klasizm akımının etkisi olarak oyunda gerçekleşen olaylar 24 saat içinde meydana gelir ve oyunun dili sokak dili değil sanatlı bir dildir. Yine bu akıma bağlı olarak oyunda “üç birlik” kuralı uygulanır.
Harpagon karakteri dönemin burjuva tipini ve paraya olan tutkuyu yansıtır. Oyun içerisindeki komedi unsurlar Harpagon’un cimriliği üzerinden sağlanır.
Cimri oyunu ilk kez Paris Royal’de 1668 yılında sahne alır. Bu oyunda Harpagon rolünü öksürük problemi olmasına rağmen Moliere’in kendisi canlandırır. Günümüze kadar birçok kez sahnelenen Cimri, 1980 yılında beyaz perdeye uyarlanır.
Cimri Oyununun Konusu
Burjuva sınıfına dahil olan Harpagon adlı karakterin cimriliklerini ve bu cimrilikler sonucu oluşan komik durumları konu alır.
Cimri Oyununun Özeti
Cleante, kız kardeşi Elise’e Mariane adında bir kızı sevdiğini itiraf eder. Daha sonra babasının yanına bu konuyu konuşmak için giden kardeşler babaları Harpagon’un da onlara söylemek istediği şeyler olduğunu öğrenirler. Elise’i varlıklı, yaşlı bir adam ile Cleante’yi de varlıklı, yaşlı bir kadın ile evlendireceğini söyler ve Harpagon bunların yanı sıra evlenmek istediğini söyleyerek evleneceği kızın Mariane adında genç bir kız olduğunu anlatır. Cleante bu durum karşısında çok şaşırsa da kendini ele vermez. Babasını vazgeçirmek istese de bu konuda başarılı olamaz. Babasını ikna edemeyeceğini anladığında en iyisinin kendi planlarını hızlandırmak olduğunu düşünerek evden ayrılır.
Cleante, babasının boyunduruğundan kurtulabilmek için bir tefeciden borç almayı planlar. Tefeci ile irtibat kurabilmek için uşağı La Fleche yardım eder. Simsar Simon Efendi borç verecek kişi ile bir buluşma ayarlar. Tefeci’nin şartları çok ağırdır. Ancak Cleante’nin kabul etmekten başka çaresi yoktur. Alacağı para ile Mariane ile mutlu olabileceği yeni bir hayat kurmayı planlar. Buluşma yerine vardığında Simon Efendi tarafları tanıştırır. Ancak iki tarafta şaşkındır. Çünkü borç verecek olan tefeci Harpagon’un ta kendisidir. Baba-oğul birbirlerine karşı suçlamalarda bulunduktan sonra ayrılırlar.
Harpagon ile Mariane’nin arasını yapmak ile sorumlu Frosine, Harpagon’a diller dökerek işin tamamlandığını anlatırken bir yandan da üstü kapalı bir şekilde para istemektedir. Ancak Harpagon, Frosine’ın iltifatları dışında söylediklerini duymazdan gelir ve uzaklaşır.
Akşam vakti Elise ile evlenmek isteyen Anselme adındaki yaşlı adam misafir olacaktır. Harpagon misafir için bir ziyafet hazırlamayı planlar. Bu ziyafeti olabildiğince ucuza halledebilmek içinde çalışanlarını tembihler. Çalışanlarına giydirdiği kıyafetler oldukça eskidir. Birinin üstünde yağ lekesi varken diğerinin pantolonunun arkası tamamen yırtıktır. Harpagon tüm bunları değiştirmek yerine yağ lekesi olan çalışanına lekeyi şapkası ile kapatmasını, pantolonu yırtık olan çalışana ise duvara dönük olarak hareket etmesini söyler. Mariane’i de akşam yapılacak olan ziyafete çağırmayı düşünerek iki işi tek yemekte halletmek ister ve şoförüne Elise ve Mariane’i panayır gezisinden sonra eve getirmesini tembihler. Sonra da aşçıya dönerek yemekler konusunda uyarı yapar. Şoför ve aşçı aynı kişi olduğundan Harpagon hangi vasıf ile konuşacak olursa Jaques Usta o kıyafetini giyer. Panayıra gitmeden önce Harpagon ile tanışmaya gelen Mariane, Elise ve Cleante ile de tanışır. Cleante’yi gördüğünde çok şaşırır. Ancak Cleante durumu üstü kapalı bir şekilde anlatır. Cleante’nin Mariane’e söylediği güzel sözleri kıskanan Harpagon şüphelenmeye başlar.
Elise ve Mariane gittikten sonra Harpagon oğlunun ağzını aramak için Mariane’i beğenmesi durumunda evlenmelerine izin vereceğini söyler. Cleante, Harpagon’un tuzağına düşerek her şeyi anlatır. Mariane için baba ve oğul birbirlerine girer. Kavgayı Jaques Usta durdurur. Harpagon Jaques Usta’nın hakem olmasını ve kimin haklı olduğuna karar vermesini ister. Jaques Usta Harpagon ve Cleante’ye duymak istediklerini söyleyerek barışmalarını sağlasa da bu durum fazla sürmez ve yeniden kavgaya tutuşurlar. La Fleche ise Harpagon’un altınlarını sakladığı yeri bulur ve bu kavgayı fırsat bilerek altınları çalar. La Fleche bulduğu altınları efendisi Cleante’ye verir. Cleante, Fleche ile ortadan kaybolur.
Altınlarının çalındığını fark eden Harpagon, bütün şehri suçlayarak herkesin yakalanmasını ister. Eve gelen komiser evdekileri sorgulamaya başlar. İlk olarak sorgulanan Jaques Usta, gıcık olduğu Valere’nin altınları aldığını söyleyerek Valere’ye iftira atar. Harpagon, Valere’yi çağırarak suçunu itiraf etmesini söyler. Olanlardan habersiz Valere, Harpagon’un Elise ile beraberliklerini kastettiğini sanarak her şeyi itiraf eder. Altınları yüzünden öfkeli olan Harpagon’un duydukları onu daha da sinirlendirir. Harpagon ve Valere tartışırken içeri Elise’in müstakbel eşi Anselme girer. Napolili varlıklı bir ailenin çocuğu olduğunu söyleyen Valere’ye birkaç soru sorarak yalan söyleyip söylemediğini anlamaya çalışır. Valere başından geçenleri anlattığında Anselme, Valere’nin gemi kazasında kaybettiği oğlu olduğunu anlar. Durumu birbirlerine anlattığı sırada içeri giren Mariane de Anselme’nin babası olduğunu ve Valere’nin ise erkek kardeşi olduğunu öğrenir. (Anselme ve ailesi bir gemi kazasında dağılmış ve birbirlerinin öldüklerini sanarak yalnız bir hayat sürmeye başlamışlardır.)
Cleante, Harpagon’a altınların yerini bildiğini ancak Mariane ile evlenmesine izin verirse altınlarına kavuşabileceğini söyler. Dünyada en çok parayı seven Harpagon, durumu kabul etmek zorunda kalır. Anselme ise Harpagon’dan Valere ve Elise’in, evliliklerini onaylaması için izin ister. Harpagon rızası olmayan bu birliktelik için düğün masraflarına karışmayacağını öne sürer. Anselme, bütün masrafları kendi üstüne alarak gençlerin evlenmesini kolaylaştırır. Harpagon’da altınlarına kavuşur.
Cimri Oyununun Kahramanları
Harpagon: Cimrilikte sınır tanımayan, paralarına canından daha çok değer veren bir tiptir. Para harcamamak için elinden gelen her yolu dener. Bu yollar çoğu zaman gülünç durumlara düşmesine neden olur. Cimrilik konusunda oğlu ve kızı da dahil herkes tarafından bilinir. Cleante ve Elise’nin babasıdır.
Cleante: Harpagon’un oğludur. Babasının aksine paraya çok önem vermeyen bir tiptir. Babasından maddi destek alamadığı için insanlardan aldığı borçlar ile ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır. Mariane’i sevmektedir.
Elise: Harpagon’un kızıdır. Valere ile gizli bir ilişkisi vardır. Cleante gibi başkasından temin ettiği borçlar ile ihtiyaçlarını karşılar.
Valere: Elise olan aşkı için Harpagon’un uşağı olmayı kabul eden biridir. Harpagon’un gözüne girebilmek için sürekli Harpagon’u destekler. Esasen varlıklı bir aileden gelmektedir. Ancak bir gemi kazasında ailesini kaybetmiştir. Ailesini ararken Elise ile tanışır ve sevdiği kadın ile yaşamak için uşak olarak hayatına devam eder. Anselme’nin oğlu ve Mariane’in erkek kardeşidir.
Mariane: Annesi ile yaşayan yoksul bir kızdır. Cleante’ye aşıktır. Esasen varlıklı bir aileden gelmektedir. Ancak bir gemi kazasından annesi ile kurtulmuştur. Anselme’nin kızı ve Valere’nin kız kardeşidir.
La Fleche: Cleante’nin uşağıdır. Harpagon’un sakladığı altınları bularak Harpagon’un planlarını bozar.
Anselme: Zengin varlıklı biridir. Harpagon, Anselme ile Elise’yi evlendirmek istemektedir. Anselme’nin Valere ve Mairane’in babası olduğu ortaya çıkınca her şey değişir.
Frosine: Düzenbaz bir kadın. Çöpçatanlık yaparak insanlardan para koparmaya çalışır. Harpagon ile Mariane’in evliliklerini ayarlayarak Harpagon’dan para alacağını umut etse de eli boş kalır.
Jaques Usta: Harpagon’un evinde çalışandır. Hem aşçı hem de şofördür.
Bu kahramanlar dışında Cimri oyununun içinde küçük ve konuya herhangi bir etkisi olmayan rollere sahip; Simon Efendi, La Merluche, Brindavoine, Claude Kadın ve Komiser gibi kahramanlarda vardır.
-
Gogol’un Eserleri ve Hayatı
Nikolay Vasilyeviç Gogol, 1809’da Ukrayna’nın Mirgorod bölgesinde doğdu. Gençlik yıllarını babasının taşradaki çiftliğinde geçirdi. Gogol’un babası da yazardı. Ukrayna kukla tiyatrosu için kaleme aldığı eserler Ukraynaca olduğundan Ukraynalı yazarlar sınıfına dahil edilmişti.
Gogol yazmaya lise yıllarında öğrenci tiyatrosu için oyunlar kaleme alarak başladı ve bu oyunların bazılarında oyunculuk da yaptı. Ancak orada pek saygı görmedi ve kendisine gizemli bücür diyen okul arkadaşlarıyla pek ilişki kuramadı. Annesine yazdığı 1 Mart 1828 tarihli mektubunda şöyle diyor: “Evde inatçı, burada ezik olarak görülüyorum… Bazı çevrelerde çok sessiz, ağırbaşlı, kibarım, bazılarında asık suratlı, dalgın, kaba saba… Bazıları için zekiyim, diğerleri içinse aptal.”
1828 yılında tam zamanlı yazar olmak niyetiyle St. Petersburg’a taşınan Gogol, bir anlatı şiiri olan ve kendi parasıyla bastırdığı ilk eseri eleştirmenler tarafından alaya alınınca, tüm kopyaları yok etti ve bir daha şiir yazmamaya karar verdi. 1829’da Rusya’ya geri döndüğünde ilk önce aktör olarak iş aradı, ama sonra devlet dairesinde memurluğa başlamak zorunda kaldı.
1831-32’de iki cilt olarak yayımladığı, Dikanka Yakınlarındaki Bir Çiftlikte Akşamlar, Gogol’ü istediği şöhrete yaklaştırdı. Dikanka hikayelerinde Gogol, Ukrayna yöresinin inanışlarını, efsane ve geleneklerini hicvetmektedir. Efsane ve inanışlar eserde ön planda tutulduğu için, konular büyük ölçüde fantaziye dayalı bir temel üzerinde gelişmektedir. Gogol, bu eserde kocaman masal dünyasını gözler önüne seren dâhi bir çocuk yazar gibidir. Dikanka hikayeleri Gogol’ün sadece Rusya’da değil, diğer Slav ülkelerinde de büyük bir ün kazanmasını sağladı. Kitapta yer alan Soroçinsk Panayırı adlı öyküde karşımıza kazağından çingenesine, tüccarından papazına kadar pek çok tip çıkar. Bu nedenle, olayın geçtiği yeri insan panayırı olarak düşünebiliriz.
“Görüyor musun aksiliği, nasıl satış yaparım şimdi diyordu, atın ipini çözüp meydana sürüklemeye çalıştığı sırada panayıra gelirken içime çöken sıkıntı boşuna değilmiş meğerse, cılız inek ölüp gidecekti az kalsın, öküzler de iki kez yarı yolda eve dönmeye kalkmışlardı. Aah, şimdi hatırladım Pazartesi günü çıkmadık ki yola! Bu yüzden herşey ters gidiyor ya! Bu şeytan da amma gezme meraklısıymış, ne var sanki tek kollu kaftanla dolaşsa; ama aklı fikri iyi insanlara rahat vermemekte, Tanrı korusun ama, eğer ben şeytan olsaydım gece yarıları lanet bir kumaş parçası için böyle koşturmazdım.” (Dikanka Yakınlarındaki Bir Çiftlikte Akşamlar – Soroçinsk Panayırı)
1835 yılında yayımlanan Mirgorod Hikayeleri adlı hikaye kitabıyla şöhreti zirveye ulaştı. Hikayelerin fonu yine Ukrayna yöresidir. Ancak bu kez Gogol, Ukrayna halkının günlük yaşamını tanıtır. Hikayelerin her biri değişik karakter taşımaktadır. Kitapta yer alan Eski Zaman Beyleri trajik ve lirik bir eserdir. Hikayede, yaşlı çiftlik sahipleri Afanasi İvanoviç ve Pulheriya İvanovna, kendi köşelerine çekilmiş son derece sakin, hatta tek düze denebilecek bir yaşam sürdürmektedirler. Birbirlerine çok bağlı bu iki yaşlı insanın en büyük zevkleri yemek pişirmek ve yemektir.
“Ukrayna’da, genellikle eski zaman beyleri denen ücra köylerinin içine kараlı sahiplerinin alçak gönüllü yaşamını çok severim. Bu insanlar tıpkı eski zamandan kalma, sanat değeri olan evler gibidirler. Duvarları henüz yağmurla yıkanmamış, çatıları yeşil renkli küfle kaplanmış, sıvasız eşiği kırmızı kerpiçi örten, yeni ve düzgün bir binanın tamamen zıttı olan eski ve alacalı bulacalı görünümleriyle bu evler çok sevimlidirler. Zaman zaman, olağanüstü denecek kadar, içine kараlı yaşantının sürdürüldüğü o ortama bir an için de olsa girivermeyi isterim. Bu tür bir yaşam tarzında küçük avluyu çevreleyen çitik, elma ve erik ağaçlаrıylа dolu bahçenin sınırını, yana eğilmiş sonbahar söğütü, mürver ve armut ağaçlarının çepeçevre sardığı ahşap kulübeleri aşan tek bir istek yoktur. Bu alçakgönüllü insanların yaşamı öylesine ama öylesine sessizdir ki, bir an için hırslar, istekler ve dünyaya huzur vermeyen kötü ruhun eziyetleri bile unutulur. Her şey kaybolur ve оnların sadece parlak, göz kamaştırıcı bir rüya olduğunu düşünürsünüz.” (Mirgorod Hikayeleri – Eski Zaman Beyleri)
“Rusya’nın Moskova’ya ihtiyacı var, St. Petersburg’unsa Rusya’ya.” diyen Gogol’un 1835 tarihinde yayımlanan Petersburg Hikayeleri olgunluk dönemine ait ilk eserleri arasındadır. Bu hikayelerde büyük şehirlerde oturan insanların yaşam biçimleri, yaşam koşulları ve bu koşulların insana neler getirdiği anlatılmaktadır. Gogol’ün Petersburg Hikayeleri’ni memurluk yaptığı dönemde edindiği izlenimlerin etkisiyle yazdığını ve bunun için de kahramanlarını memurların arasından seçtiğini düşünmek yanılış olmayacaktır. Petersburg Hikayeleri arasında Bir Delinin Hatıra Defteri, Palto, Portre, Burun, Nevski Bulvarı ve Fayton adlı hikayeler yer almaktadırlar.
Bir Delinin Hatıra Defteri’nde Gogol, ağır yaşam şartlarına dayanamayarak akıl dengesini yitiren küçük rütbeli bir memurun trajik yaşamını anlatmaktadır. Hikaye günlük biçiminde birinci kişi ağzından yazılmıştır. Bu nedenle yazar, kahramanın duygularını son derece yoğun olarak yansıtma olanağını bulmuştur, özellikle normal yaşamdan koparılarak akıl hastahanesine götürülen kahramanın hasta bilincinden doğan mantık dışı ve komik düşüncelerle, akıl hastahanesindeki trajik yaşamı olağanüstü bir güçle birleştirilmiştir. Böylelikle Gogol, trajik komedi tarzının başarılı bir örneğini ortaya koymuştur.
“İtiraf edeyim ki, işe gitmeyi hiç istemiyorum. Hem de bölüm şefinin beni ekşi suratla karşılayacağını bile bile. Uzun zamandan beri bana “Nedir bu kafandaki karmaşa? Eteklerin tutuşmuş gibi çırpınıyorsun, zaten işleri öyle bir hale sokuyorsun ki şeytan bile çıkamaz içinden. Unvanları küçük harfle yazıyorsun, evraklara ne tarih ne de numara koyuyorsun.” deyip duruyor. Kahrolası balıkçılkuşu seni! Mutlaka başkanın odasında oturup kalemlerini açmamı kıskanıyor.”
Burun hikayesi Gogol’ün oldukça ilginç bir eseridir. Bir Delinin Notları’ndan sonra rütbe tutkusunun ayrıntılı bir biçimde ele alındığı ikinci hikaye Burun’dur. Bir Delinin Notları’ndan farklı olarak, burada rütbe teması son derece komik bir üslupla ele alınmıştır. Kimi eleştirmene göre, Tsşokke adlı bir yazarın Buruna Övgü adlı eseri Gogol’e ilham kaynağı olmuştur. Kimi eleştirmenlere göre ise, Burun hikayesinin yazılmasından önce, Petersburg’ta dans eden sandalyelerle ilgili bir söylentinin çıkması, Gogol’de bazı düşüncelere neden olmuştur. Muhtemelen yazar “Masa ve sandalyeler dans ediyorsa burun niçin yerinden ayrılarak şehirde gezmeye çıkmasın” diye düşünmüş olsa gerek. Burun hikayesinin diğer bir önemi ise Dostoyevski’nin İkinci Kişilik adlı romanına kaynak olmasıdır.
“Buyurun!” dedi.
– Sizden ricam… Bir dalavere oldu; nasıl söylesem? Bir dolandırıcılık! Nasıl olduğunu şu ana dek anlayamadım. Sizden ricam, bunu gazetenize yazmanız. O haydudu bana kim bulur getirirse iyi bir ödül vereceğim.
– Lütfen adınızı söyler misiniz?
– Aman, aman, sakın ha! Adım da ne olacakmış? Hem adımı söyleyemem ki. Bir sürü tanıdığım var; Bayan Çentareva bir Danıştay üyesinin karısıdır; sonra, Bayan Pelagya Grigoriyevna Podtoçina, yüksek rütbeli bir subayın ailesidir. Ya duyuverirlerse? Aman, Tanrı korusun! Siz yalnızca, “Bir şube müdür yardımcısı” diye yazın, ya da, daha iyisi, “Bir binbaşı” deyin.
– Yani, uşağınız mı kaçtı?
– Hangi uşağım? Keşke uşağım olsa! Giden, burun!.. Burun!..
– Ya! Amma da şaşırtıcı bir ad? Peki, bu Bay Burun sizi çok mu dolandırdı da gitti?
– Burun! Ne olduğunu gene anlamadınız ki! Benim burnum, kendi burnum. Yitti; nerde, bilmiyorum. Şeytanın bana ettiği bir iş bu!
– Ama nasıl yitti? Söylediklerinizden pek bir şey anlamıyorum.”Palto, Gogol’ün en büyük hikayelerinden biridir. Bu hikayesinde de Gogol zavallı küçük adam temasını işlemektedir. “Hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık.” der Dostoyevski, çünkü ona göre bu eser Rus Edebiyatı’nda yepyeni bir döneme açılan kapıyı aralamış, ardından gelenlerin önünü açmıştır. İşte, devlet dairesinde çalışan sessiz, sakin ve neredeyse görünmez Akakiy’in hikayesi anlatılır Palto’da. Öykü acıklıdır acıklı olmasına, ama Gogol’un kalemi inatla okuyucuyu güldürür. Bazen Gogol, Akakiy Akakiyeviç’e sempati ve acıma duygusuyla yaklaşmaktadır. Bazen kahramanını şiddetli denebilecek bir tarzda alaya almaktadır.
“Ben, Petroviç, şey, sana… Palto ya, kumaş… Görüyorsun ya… Şey her yanı sapasağlam… Tozlu da eski gibi görünüyor, ama yenidir. Yalnızca bir yerinde, biraz.. Arkası… Bir de… bu omzu, bir de şu omzu eskimiş gibi. Şey… Görüyorsun ya, bu kadar… Pek işi yok hani. Petroviç, paltoyu alıp masanın üzerine yaydı, uzun uzun gözden geçirdi, kafasını bir salladı. Pencerenin kıyısında duran tütün kesesini almak için elini uzattı; kesenin üzerinde bir general resmi vardı, ama hangi general olduğu belli değildi, çünkü yüzü parmakla delinmiş, sonra da üstüne dört köşe bir kağıt parçacığı yapıştırılmıştı. Petroviç, enfiyesini çektikten sonra paltoyu eline aldı, aydınlığa doğru çevirdi, kafasını bir daha salladı, sonra astarını çevirdi, bir daha kafasını salladı, yeniden yüzüne kağıt yapıştırılmış general resimli tütün kesesini açtı, burnuna bir tutam daha çekerek keseyi kapatıp bir yana koydu, en sonra:
– Onarılamaz, dedi. Hayır yok! Akakiy Akakiyeviç, bunu işitince beyninden vurulmuşa döndü. Çocuk gibi yalvaran sesiyle:
– Canım, neden olmuyor Petroviç, dedi. Yalnızca omuz başları eskice… Şey, sende birtakım parçalar var ya. Petroviç:
– Evet, parçalar var, var ama gel de dik. Bak, büsbütün çürümüş… İğneyle bir dokundun mu dağılır, gider.
– Dağılsın varsın, sen hemen bir yama koyuver.
– Yama neye yarar, üzerine konulacak bir yer olmadıktan sonra… Çok eskimiş, yalnızca adı kumaş. Bir yel esmeye görsün, darmadağın olur.”Fayton, Gogol’ün en eğlenceli hikayelerinden biridir. Bu hikayede yazar, Rus askerlerinin yaşantısını tanıtmaktadır. Fayton tipik bir Gogol hikayesidir. Her zamanki gibi zayıf yönleri olan kahramanlar vardır: Gösteriş meraklısı General, gösteriş merakının üzerine abartarak anlatma huyunu da karakterine yerleştirmiş Çertokutski ve kimsenin işine yaramayan işler yapan, sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar uyuyan tembel belediye başkanı.
“Bu araba tüy gibi hafiftir. Hayret edersiniz. İçine oturunca, saygıdeğer Generalim, sanki dadınız sizi beşikte sallıyor sanırsınız… Öyle bir araba ki sormayın! Yani, saygıdeğer Generalim, ben böylesini hiç görmemiştim. Askerlik görevindeyken arkadaki kutuya on şişe rom ve yirmi funtluk tütün koyuyordum; bunlardan başka altı tane üniforma, çamaşırlar ve saygıdeğer Generalim, izin verirseniz, tenya gibi diyeceğim, uzun uzun iki çubuk da girerdi bu kutuya. Arabanın yan ceplerine ise kocaman bir öküz sığdırabilirsiniz.”
1836 yılında yayımlanan ve sahnelenen Müfettiş komedisi de bize Çarlık Rusyası’nın hem başkent, hem de taşra memur yaşamına ilişkin ayrıntılı bilgiler veren bir yapıttır. Müfettiş yalnızca Gogol’ün değil, XIX. yüzyıl Rus yazınının da çarlık devri memur dünyasını en ayrıntılı bir biçimde yansıtan yapıtlarıdandır. Oyunun baş kahramanı Hlestakov tam bir başkent memurudur. Zengin bir babanın oğludur. Güzel kadınlara ve kumara çok düşkündür. Aptalcadır ve olayları kavrayabilme yeteneğinden yoksundur.
“Önemli bir adam olsa ne ise, küçük bir kayıt memuru! Önüne gelenle dost olur, sonra da başlar kumar oynamaya. İşte sonu böyle oluyor. Off… Bıktım bu yaşamdan. Vallahi, köy daha rahattı. Orada kent yaşamı yoktur ama üzüntüsü de azdır. Bir kadın alırsın, ondan sonra ömrün boyunca keka, ye böreği, yat aşağı. Elbet doğrusunu söylemek gerekirse, Piter’de yaşamak çok güzel. Yalnız, iş parada… Para olduktan sonra, günler daha ince, daha politikalı geçer. Tilaturalar, dans eden köpekler, hepsi önünde… Ne istersen var. Herkes ince, nazik konuşur.”
Gogol, Ölü Canlar romanını 1839’da yazmaya başlamıştır. 1842 yılında ilk cildi yayınlanan bu roman, yazarın olgunluk döneminde ulaştığı doruk noktasıdır. Gogol, Ölü Canlar’da seyahat romanı geleneği ile kurnazca planlanmış macera romanı geleneğini bir araya getirmiştir. Bilindiği gibi, bu iki geleneğin birleşimini Cervantes’in Don Kişot adlı eserinde de görmek mümkündür. Puşkin’e yazdığı mektuplarda, Gogol’ün birkaç kez Cervantes’ten söz ettiği bilinmektedir. Romanın konusunu Gogol’e 19. yy’ın en büyük şairi Puşkin vermiştir. Başlangıçta romanı kendisi yazmak amacında olan Puşkin, bu konunun Gogol gibi dahi bir yazarın elinde üstün bir eser olacağını sezmiş ve Ölü Canlar’ı yazmayı ona bırakmıştır. Romanda anlatılan olayın benzerinin Puşkin’in çiftliğine yakın bir bölgede geçtiği söylenmektedir. Romanda, 19. yy Rusyası’nın her toplum kesiminden insana yer verilmiştir. Her eserde ayrı ayrı ele alınan toprak sahipleri, memurlar, köylüler ve yöneticiler bu romanda bir araya getirilmişlerdir. Ancak, toprak sahipleri diğerlerine göre biraz daha ön planda tutulmuşlardır.
“Eh, artık karar verdiniz, değil mi, bayan?”
“Bay, doğrusunu istersen, ben ömrümde ölüleri satmadım; üç sene kadar önce Protopopof’a diri köylüler satmıştım; bunlar da iki kız idi; her biri için yüz ruble aldım… Ve o da bana çok teşekkür etti; zira, kızlar iyi nakış işliyorlardı.” “Fakat, konumuz dirilerle ilgili değil —Allah rahmet etsin— ben ölülerden bahsediyorum.”
“Ben de, çabucak satmaktan korkuyorum, belki de zarar ederim… Belki de beni aldatıyorsun… Bu ölü insanlar, belki daha fazla ederler.”
“Ne tuhaf huyunuz var, bayan… Bu ölü insanlar, şimdi toprak olup gitmişlerdir. Anlıyor musunuz? Onlar topraktan başka bir şey değillerdir! Bakınız, örneğin bir paçavra… Bu, kağıt imaline yaradığı için bir değeri vardır… Halbuki bu ölü insanlar hiçbir işe yaramazlar… Onların neye yarayacaklarını bana söyleyebilir misiniz?”
“Doğru, onların hiçbir değeri yoktur… İşte beni düşündüren de budur ya onlar ölmüşlerdir.”
Çiçikof içinden: “Hay şu kadının Allah belasını versin. Anlaşmanın imkanı yok. Allahım, ne de terledim!” diyerek mendilini çıkarıp alnından akan terleri sildi.”1840’lı yıllarda Gogol git gide daha muhafazakar bir tavır sergilemeye başladı. Dine yakınlaşmasıyla birlikte muhafazakar Ortodoks teolojinin öğretilerine odaklandı. Kurmaca eserler yazmanın günah olduğuna inanıp, ölümsüz ruhunun güvenliğinden endişe etmeye başlayınca, daha az tehlikeli edebi eserler yaratmaya çalıştı. Müfettiş gibi eserlerinin dini yönünü vurgulayan makaleler kaleme aldı. Ölü Canlar’ın ikinci cildini 1852’de yaktı. Sonradan bunun bir hata, şeytanın ona yaptığı bir şaka olduğunu söyledi. Gogol’ün sağlığı giderek bozuluyordu. Hep midesindeki ağrılardan şikayetçiydi. Ama asıl sorun akıl sağlığındaydı. Kısa bir süre sonra odasına kapandı, yemek yemeyi reddetti ve 4 Mart 1852’de deliliğin sınırında acılar içinde can verdi, dini kurallara göre üç gün sonra defnedildi.
1931 yılında gömüldüğü manastırdaki bir yerleşim sorunu nedeniyle mezarının başka bir yere aktarılması gerekir. Yazarın kafası olmadan gömüldüğüne dair söylentiler gün geçtikçe artmıştır. Bu nedenle, mezar açılır, yazar tabutunda sırt üstü değil yan yattığı hatta tabutun kapağında derin çizikler olduğu söylentisi, bu kez yazarın diri diri gömüldüğü ve tabutta ayılarak çıkmaya çalıştığı ve sonrasında korkudan kalp krizi geçirip öldüğü şekline dönüşür.
Gogol bir Puşkin hayranıydı, dost olurlar fakat Puşkin bir düelloda ölür, bunun üzerine Gogol, Danilyevskiy’e şöyle der: “Bilirsin annemi ne çok severim, ama kaybetseydim şimdikinden fazla üzülmeyecektim.” Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı ile Çehov’un Martısı’nda Gogol’a göndermeler vardır. Gogol’un eserleri otuz beşten fazla filme konu oldu. Müzik grubu Gogol Bordello’nun adı Gogol’dan gelir. Gogol’un romanı Ölü Canlar, Joy Division’ın şarkısı Dead Souls’un (1980) isim babasıdır.
-
Türk Edebiyatı’ndan En Güzel 14 Şiir
Türk Edebiyatı denilince akla gelen şiirleri sıralamak oldukça zorlu bir iş. Gerek çok önemli şairlere, gerek çok önemli şiirlere istemeden haksızlık etmek mümkün. Aşağıdaki liste Turgut Uyar, Cemal Süreya, Nazım Hikmet, Edip Cansever, Can Yücel, Attila İlhan, Orhan Veli, Necip Fazıl ve başka birçok önemli şairimizden en çok beğendiğim şiirlerin bir derlemesidir.
1. Turgut Uyar – Vaiz Sokak No. 70
“Ben sana kürk alamam doğrusu
Güzel bileklerine bilezik alamam
Bir kap yemek, bir elbise
Öyle bir tad var ki fakirliğimizde
Başka hiçbir şeyde bulamam…Sokağımız arnavut kaldırımı,
Evimiz ahşap iki oda.
Daha iyisi de olabilirdi ya,
Şükür buna da.”2. Cemal Süreya – Sevgilim Ben Şimdi
“Sevgilim ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim
Elimde uçuk mavi bir kalem cebimde iki paket sigara
Hayatımız geçiyor gözlerimin önünden
Çıkıp gitmelerimiz, su içmelerimiz, öpüştüklerimiz
Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz.
Çiçekler, çiçekler, su verdim bu sabah çiçeklere
O gülün yüzü gülmüyor sensiz
O köklensin diye pencerede suya koyduğun devetabanı
Hepten hüzünlü bu günlerde”3. Nazım Hikmet – Ne Güzel Şey Hatırlamak S
eni
“Ne güzel şey hatırlamak seni.
Sana tahtadan birşeyler oymalıyım yine:
bir çekmece bir yüzük,
ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım.
Ve hemen fırlayarak yerimden
penceremde demirlere yapışarak
hürriyetin sütbeyaz maviliğine
sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım…Ne güzel şey hatırlamak seni:
ölüm ve zafer haberleri içinde,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken…”4. Edip Cansever – Gül Kokuyorsu
n
“Gül kokuyorsun bir de
Amansız, acımasız kokuyorsun
Gittikçe daha keskin kokuyorsun, daha yoğun
Dayanılmaz bir şey oluyorsun, biliyorsun
Hırçın hırçın, pembe pembe
Öfkeli öfkeli gül
Gül kokuyorsun nefes nefese.”5. Can Yücel – Bir Sen Eksiktin Ay Işığı
“Bileklerimizi morartmış yeni Alman kelepçeleri,
Otobüsün kaloriferleri bozuldu Kaman’dan sonra
Sekiz saat oluyor karbonatlı bir çay bile içemedik,
Başımızda pirensip sahibi bir başçavuş.
Niğde üzerinden Adana Cezaevine gidiyoruz…Bi sen eksiktin ayışığı
Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!”6. Ahmed Arif – Ay Karanlık
“Maviye maviye çalar gözlerin,
Yangın mavisine
Rüzgarda asi,
Körsem,
Senden gayrısına yoksam,
Bozuksam,
Can benim, düş benim,
Ellere nesi?
Hadi gel,
Ay karanlık…”7. Attila İlhan – Yağmur Kaçağı
“Elimden tut yoksa düşeceğim…
yoksa bir bir yıldızlar düşecek…
eğer şairsem beni tanırsan…
yağmurdan korktuğumu bilirsen…
gözlerim aklına gelirse…
elimden tut yoksa düşeceğim…
yağmur beni götürecek yoksa beni…”8. Cahit Sıtkı Tarancı – Desem Ki
“Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,
Rüzgarların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.”9. Orhan Veli Kanık – Aşk Resmi Geçidi
“Gelelim sonuncuya.
ona bağlandığım kadar
hiçbirine bağlanmadım.
sade kadın değil, insan.
ne kibarlık budalası,
ne malda, mülkte gözü var.
eşit olsak, der,
hür olsak, der.
insanları sevmesini de bilir,
yaşamayı sevdiği kadar.”10. Necip Fazıl Kısakürek – Serseri
“Yeryüzünde yalnız benim serseri,
Yeryüzünde yalnız ben derbederim.
Herkesin dünyada varsa bir yeri,
Ben de bütün dünya benimdir derim.”11. Özdemir Asaf – Lavinia
“Sana gitme demeyeceğim.
Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.
Sana gitme demeyeceğim.
Gene de sen bilirsin.
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim,
İncinirsin.
Sana gitme demeyeceğim,
Ama gitme, Lavinia.
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme, Lavinia.”12. İsmet Özel – İçimden Şu Zalim Şüpheyi Kaldır
“Sen ol küçük bir kıvrımdan, bir heceden
aşk için bir vaha değil aşka otağ yaratan
sen ol zihnimde yüzen dağınık şarkıları
bir harfin başlattığı yangın ile söndür
beni bir ses sahibi kıl, kefarete hazırım
öyle mahzun
ki hüzün ciltlerinde adına rastlanmasın.”13. Didem Madak – Siz Aşktan Ne Anlarsınız Bayım
“kimi gün öylesine yalnızdım
derdimi annemin fotoğrafına anlattım.
annem
ki beyaz bir kadındır.
ölüsünü şiirle yıkadım.
bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım
öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım.
çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
acının ortasında acısız olmayı,
kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım.
kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım.
aşk diyorsunuz ya,
işte orda durun bayım
ıslak unutulmuş bir toz bezi gibi kalakaldım
kendimin ucunda
öyle ıslak,
öyle kötü kokan,
yırtık ve perişan.“14. Küçük İskender – Yağmura Çok Teşekkür Ederim
“yağmura çok teşekkür ederim
bu gece yalnızca cesedime yağdıbana bir şey olursa diye korktum
seni birkaç saniye düşünürsem;
düşünürken üşürsem diye korktum
oturup siyah portakallar yedim
oturup korkunç kitaplar okudum
içimde bir sıkıntı gibi cinayet
içimde bir sığıntı gibi telaş
içimde felaket gibi bir merak
hislerimin uzağına düştüm, şimdi çok üzgünüm
şimdi çocukluğumun uzağına da düştüm
daha da düşersem diye korktum” -
EDEBİYATIN DİĞER BİLİM DALLARIYLA İLİŞKİSİ
Edebiyatın Bilimlerle İlişkisi
Edebiyatın güzel sanatlardan biri olması yanında oluşturduğu sanatın kuralları ve ürünleriyle uğraşan bir bilim dalı olarak da değerlendirilebilir. Edebiyat, ürünlerini ortaya koyarken ve bu ürünleri incelerken çeşitli bilim dallarıyla ilişki kurar.
a) Edebiyat ile Tarih Arasındaki İlişki
İç içe girmiş olan bu ilişkiyi üç yönde inceleyebiliriz. Her edebi metnin, içinde oluştuğu tarihî bir dönem vardır ve edebî metinlerin hepsinde bu tarihî dönemlerin izlerini görmek mümkündür. Edebî metinlerin temasını tarihî dönemler etkiler, bu eserleri doğru yorumlayabilmek için o dönemin tarihî olaylarını iyi bilmekgerekir. Bazı edebî metinler, oluştuğu dönemin izlerini taşırken, bazıları da konusunu tamamen tarihî gerçeklerden alabilir. Bu tür metinler, tarihe ışık tutabilir, tarih bilimine kaynaklık edebilir. Göktürk Kitabeleri’ni bu duruma örnek olarak gösterebiliriz. Edebî eserler ve yazarları dönemleri ile birlikte inceleyen edebiyat tarihi, tarih biliminin metodundan yararlanır.
İnsanlığın toplumsal, kültürel, ekonomik gelişmesini belgelere dayanarak anlatan bilim dalına “tarih” denir. İnsanın geçmişe karşı duyduğu merakın, yarına ait endişelerinin ve varlığını sürdürebilmek için gösterdiği çabaların bir ürünü olan tarih, insan topluluklarının yer-zaman göstererek hayatını, kültür ve uygarlıklarını anlatır.
İnsanı ilgilendiren her şey, tarihin içindedir. Edebiyat tarihi araştırmalarının temeli olan edebî eserin konusu da insandır. Her ikisinin ortak noktası ise insanla ilgili gerçekleri vermeye çalışmasıdır.
Edebiyat tarihçisi ve tarihçi “geçmiş” üzerinde çalışır; Ama aynı yöntemi kullanmakla birlikte, uygulamada birbirlerinden ayrılır. Tarihçinin üzerinde çalıştığı geçmiş, artık devrini tamamlamış, tarihin malı olmuştur. Edebiyat tarihçisinin konusu olan geçmiş ise sanat eserleriyle varlığını sürdürmektedir.
Tarihçi, kişiler üzerinde olaylarla ilgisi oranında dururken; edebiyat tarihçisi, sanat eserlerini oluşturan belirli kişiler üzerinde durur.
Edebiyat tarihçisi, sanatçının özelliklerini ve onun incelediği çağın dilini, zevkini, edebî karakterini inceler. Bu bağlamda sanatçının özelliklerini ve çağdaşlarından ayrıldığı noktaları saptar. Edebî eserlere yönelik araştırmalar yapar. Tarihçi, incelediği eserlerdeki kişisel görüşleri bir yana bırakmak zorundayken, edebiyat tarihçisi bu bölümleri değerlendirerek yazarı eserinden hareketle tanımaya çalışır.
Tarihçi ve edebiyat tarihçisinin değerlendirmeye alınan kaynaklar karşısındaki tutumları da farklıdır. Kaynaklar tarihçi için yanıltıcı ve taraflı yazılmış olabilir. Hâlbuki sanat eserleri kendilerini olduğu gibi yansıtır.
Tarih, toplumların geçmişteki yaşamını inceler. Çevre, kültür, ekonomi, güzel sanatlar gibi insanı ilgilendiren her şey onun ilgi alanına girer. Edebiyat tarihinin konusu ise edebî eser, o eseri ortaya koyan sanatçı ve edebî eserin ortaya konduğu dönemdir. Edebiyat tarihi, sanatçıyı, eseri ve eserin ortaya konduğu dönemi inceleyerek belli bir dönemin sanat anlayışını ortaya çıkarır. O dönemde beğenilen eserleri, eserlerin etkilendiği akımları belirler.
Edebiyat tarihi aslında tarihin edebiyatı etkileyen, şekillendiren yönüne eğilir. Tarihin alt koludur. Ancak tarihçilerin yaptığı gibi, olaylar neden – sonuç ilişkisi içinde incelenmez. Bu yönüyle de edebiyat tarihi, genel tarihten ayrılır.
Tarihin incelediği olay bitmişken, tarihe geçmişken; edebiyat tarihinin konusu olan edebi eser canlıdır ve bugüne ulaştığı için hâlâ yaşamaktadır. Türk toplumu açısından baktığımızda “Orhun Abideleri“nde anlatılan olaylar çoktan olup bitmiş, tarihe mal olmuştur. Olaylar bugün varlığını sürdürmemektedir. Ancak “Orhun Abideleri” fiziksel olarak hâlâ vardır ve önemli bir edebî değerdir. Yani Orhun Abideleri edebî eser olarak canlıdır.
Tarihçinin tarafsız olma zorunluluğunun yanında, edebiyat tarihçisi, bir edebî eseri incelerken, onun taşıdığı sanat tazeliği karşısında tarafsız ve heyecansız kalamaz. Sanatçılar eserlerine kendi duygu ve düşüncelerini yansıtırlar. Ortaya çıkan edebî eser sanatçıdan derin izler taşır. Edebî eserin en önemli özelliklerinden biri de “etkileyicilik”tir. Bu bağlamda edebî eseri inceleyen edebiyat tarihi de edebî eserden etkilenir. Dolayısıyla edebiyat tarihinin tarafsızlığını koruması çok zordur. Oysa tarih, olaylardan etkilenmez. Tam bir tarafsızlıkla olayları inceler. Olayları neden- sonuç ilişkisi içinde ortaya koyar. Bunu da kanıtlarını açıklayarak yapar.
Edebiyat tarihinin amacı, edebî eseri incelemektir. Bu bağlamda onun amacı sanatsaldır. Oysa tarih için önemli olan bilgidir. Bu bilgi sanatsal bir nitelik taşımayabilir. Edebiyat tarihi için edebî eserin kendisi önemliyken, tarih için eserden elde edilecek bilgi önemlidir.
Tarihî olayların ise edebiyat üzerinde etkisi büyüktür. Edebî eserleri yazıldığı dönemin tarihi bilinmeden tam olarak anlayabilmek ve yorumlayabilmek mümkün değildir. Ancak sanatçının, tarihî bilgileri aynen kullanmak zorunda olmadığı; gelecekte tarih kavramlarını kullanmak ve olay örgüsünü istedi gibi düzenlemek bakımından özgür olduğu unutulmamalıdır.
Bütün bu farklılıklara rağmen tarih ile edebiyat tarihi arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Edebiyat tarihi ve genel tarih birbirini tamamlar. Birtakım yöntemsel farklılıklar bu gerçeği değiştirmez. Bir ulusun geçmişteki duygu, düşünce ve kültür hayatını yansıtan uygarlık tarihi, genel tarihin önemli bir koludur. Aynı amaca hizmet eden edebiyat tarihleri, tarihçilerin başvuracağı önemli kaynaklardan biri sayılmaktadır. Bazı edebî eserler, tarihi aydınlatma bakımından büyük önem taşır. Tarih öncesi dönemleri aydınlatmada kaynak görevi gören “destanlar”; siyasal, sosyal ve ekonomik hayat hakkında bilgiler veren “gazavatnâme, seyehatname, sefaretname, siyasetname, hatıra ve tezkireler” tarih araştırmalarında başvurulacak kaynaklardır. Örneğin bir edebî eser olan Evliya Çelebi’nin “Seyahatname”si, tarihçiler için de önemli bir kaynaktır.
Toplumların ilk edebî ürünleri olan destanlar da tarih bilimi için önemli kaynaklar arasında yer alır. “Yaratılış, Göç, Ergenekon, İlyada ve Odysseia, Şehname, Kalevela” gibi destanlar incelenerek toplumların yaşamları, kültürleri, inançları hakkında bilgiler edinilir. Örneğin Oğuz Kağan Destanı’nı incelerken o dönemin tarihi ile ilgili önemli bilgilere ulaşılır. Yani edebî eser bir anlamda tarihî belge niteliğindedir. Tarihin önemli kaynaklarından biridir. Bu eserler, iki bilim dalı için vazgeçilmez kaynaklardır.
Tarihi Metinlerle Edebi Metinlerin Farkları
Bir sanatçı herhangi bir edebî türde eser verdiğinde ortaya çıkan metne “edebî metin” denir. Edebî metinler toplumların ortak malı da olabilir. Özellikle “efsane, destan, masal, türkü ve halk hikâyeleri”nin oluşturduğu edebî metinlerin belli bir yaratıcısı yoktur. Böyle metinler toplumların yaşayışından doğar ve toplumların ortak değerlerini yansıtır.
Edebî metinler gerçek bir olaya dayansa da temelde kurgusaldır. Onu ortaya koyan kişinin ya da toplumun duygularını, düşüncelerini, hayallerini, özlemlerini yansıtır. İçinde gerçek olmayan; hatta akıl dışı unsurlar barındırabilir. Edebî metinler insanların veya toplumların yaşamı içinde ortaya çıkar. İnsan düşünür, hisseder, hayal eder ve bunları edebî ürün olarak ortaya koyar. Bu bağlamda edebî metin, ortaya konduğu dönemin bakış açısını ve özelliklerini yansıtır. Edebî metinde bir olay anlatılırken anlatıcının duyguları, sezgileri, hatta hayalleri işin içine girer. Örneğin destanlarda olağanüstü pek çok kişi ve olaya rastlanır.
Tarih ise, insanlığın toplumsal, kültürel, ekonomik gelişmesini belgelere dayanarak anlatır. Bunu her şey olup bittikten çok sonra yapar. Tarih, bir bilim olduğu için tarihî metinler de bilimsel metnin özelliklerini taşır. Bu metinlerde gerçek dışı unsurlara rastlanmaz. Hayaller, duygular, özlemler, hisler yer almaz. Tarih, nesnel olmaya çalışır. Tarihî metinlerde bireysel veya toplumsal yaratıcılık aranmaz. Tarihî metinler olanı yansıtır. Olayların fotoğrafını çeker. Bunu da delilleriyle ortaya koyar. Tarihî metinler bir araştırma ürünüdür. Ortaya konduğu dönemin bakış açısına göre oluşturulur. Hiçbir şeyi değiştirmez, var olanı ortaya koymaya çalışır. Bilim adamı tarihî metinleri oluştururken işin içine kendi duygularını, hayallerini katmaz.
Örneğin Orhun Abideleri edebî metin olarak, ortaya konduğu dönemi günümüze taşır. Bu abideler, tarih bilimi açısından incelendiğinde ise o dönemle ilgili bilimsel yargılara ulaşmayı sağlayan kaynak niteliğine bürünür. Bilim adamlarının o dönem ile ilgili çalışmalarına kaynaklık eder. Yani edebî metin tarihten günümüze bir köprü kurarken, tarih de günümüzden geçmişe bir pencere açar. Dolayısıyla edebî metin bir sanat eseridir, tarihî metin ise bilimsel bir üründür.
Edebî metinlerde estetik zevk esastır. Bu metinler okuyanları, dinleyenleri etkilemeyi amaçlar. Bunu yaparken “yaratıcılık’tan ve “hayal gücü”nden alabildiğine yararlanır. Tarihî metinler ise “yararlılığı” esas alır. Geçmişi öğrenmeye yönelik bir etkinliktir. Bu nedenle tarihî metinlerde “hayal gücü” ve “yaratıcılık” gibi niteliklere rastlanmaz.
Edebî eser, bir sanat ürünüdür. Sanat ürünü bilgi vermeyi amaçlamaz. Onun öğretici olma zorunluluk yoktur. Oysa bilimin temel nitelikleri arasında “yararlılık” ve “öğreticilik” de vardır. Bir bilim dalı olan tarih de bu nitelikleri dikkate almak zorundadır. Dolayısıyla edebî metin ile tarihî metinler bu noktada da farklı özelliklere sahiptir.
Edebiyat tarihi, bir bilim dalı; edebiyat ise bir sanattır. Bilim, genel konularla ilgilenir. Deney ve gözleme, istatistik verilere dayanarak her zaman, her yerde geçerli olan kurallar belirler. Öğretmeyi, bilgilendirmeyi amaçlar. Edebiyat ise yer ve zamana göre değişen özel konuları sezdirici, duyurucu bir tutumla ele alır. Gerçekte o, değişen olgular arkasında değişmeden kalan “aşk, ölüm, özlem, yaşama sevinci” gibi evrensel değerleri işler. Bir edebî eseri yaşatan da bu kalıcı değerlere dayanması ve iyiden de öte güzel yazılmış olmasıdır. Bu bağlamda, edebî metinler sanatsal; tarihî metinler ise bilimsel niteliklere sahiptir.
b) Edebiyat ile Coğrafya Arasındaki İlişki
Her edebî metnin – özellikle olay ve durum metinlerinin – önemli unsurlarından biri de yerdir. Olaylar, bir mekânda ortaya çıkar ve o mekânın izlerini taşır. Böylece, coğrafya edebiyat üzerinde etkili olur. Bazı edebî metinlerin yazılış amacı, belli bir coğrafi bölgeyi tanıtmaktır. Gezi yazıları, egzotik romanlar bu türden eserlerdir; bunlar her iki bilim için de önemli kaynaklardır.
Evliya Çelebi‘nin Seyahatnamesi, hem edebiyat hem tarih hem de coğrafya bakımından önemli bir eserdir. Coğrafya kitaplarında, coğrafî bilgiler veren dergilerde, ansiklopedilerde, edebiyatın anlatım biçimlerinden biri olan “açıklayıcı betimleme” kullanılır. Bu yönüyle coğrafya bilimi, edebiyattan yararlanmış olur.
c) Edebiyat ile Sosyoloji Arasındaki İlişki
Edebiyatın konusu insandır ve insan toplum içinde yaşayan bir varlıktır. Edebî metinler, insanı, insanın diğer insanlarla ilişkilerini işler. Sosyoloji ise toplum bilimidir. Bu yönüyle her iki bilimin konusu ortaktır. Bazı edebî metinler, sosyoloji bilimine kaynaklık edebilir, çünkü edebî metinlerde insan ilişkileri açısından bol malzeme vardır. Ancak, edebî metinler oluşturulurken gerçeklerin değiştirilip dönüştürüldüğü unutulmamalıdır. Bazı edebî akımlar ve edebî dönemlerin bazı temsilcileri, topluma yön vermeyi, sosyal fayda sağlamayı amaçlar. Böylece edebiyat toplumu etkiler ve sosyolojinin inceleme alanına girer. Örneğin; Recaizâde Mahmut Ekrem‘in “Araba Sevdası” adlı romanı, Batılılaşmayı yanlış anlayan züppe tipini, Halit Ziya‘nın “Mai ve Siyah” adlı romanı da Servet-i Fünun sanatçılarını anlatır.
Toplumun oluşum, işleyiş ve gelişim yasalarını inceleyen bilim dalına “toplum bilimi (sosyoloji)” denir. Başka bir söyleyişle, toplum bilimi, insanların yaşayışlarını, bu yaşayışları düzenleyen ve yöneten yasaları araştıran, inceleyen bir bilim dalıdır. Bu bilim dalı “dil, din, ahlak, gelenek, görenek, kültür, uygarlık, millet” gibi düşünce ve kavramların önem ve etkinlik kazanmasına, değerlendirilmesine yardımcı olur.
Toplum bilimi, insan topluluklarının çeşitli kurum ve kurallarını kültür eserlerini, yalnız toplumun oluşumu açısından araştırır ve değerlendirir. Belli bir toplumdan sağladığı verileri, o toplumun gelişim sorunlarını, kurum ve kurallarını, kültür aşamalarının dönüşüm çeşitlerini açıklamak için kullanır.
Edebiyat tarihi ise bir ulusun kendi tarihi boyunca oluşturduğu bütün sözlü ve yazılı edebiyat ürünlerini inceleyerek o ulusun geçirdiği duygu ve düşünce aşamalarını ortaya koyar. Toplum bilimi genel, edebiyat tarihi özeldir. Toplum bilimi evrensel, edebiyat tarihi ulusaldır. Ancak edebiyat tarihi kendisi için gerekli olan ön bilgilerin büyük bir bölümünü toplum bilimi aracılığıyla sağlar. Onun araştırma inceleme ve değerlendirmelerinden büyük ölçüde yararlanır.
Edebiyat tarihçisi, edebiyat tarihini oluşturabilmek için toplumu kaynaklarından başlayarak, tarihin akışı içinde bütünüyle izlemek, eserleri, yazarları ve edebî akımları, onları oluşturan nedenleri araştırmak zorundadır. Edebiyat tarihçisinin edebiyat tarihiyle ilgili bütün ürünleri toplum bilimi ışığı altında incelemesi gerekir. Çünkü edebiyat tarihçisine nedenleri araştırmasında, onları birbirine bağlayan karışık etkenleri ayırmasında, sonra yeniden toparlayıp birleştirmesinde en önemli yol gösterici toplum bilimdir.
Edebî eserleri ortaya koyanlar insanlardır, insanlar bir toplumda yaşar. Yaşadıkları toplumun özelliklerini de ortaya koydukları edebî eserlere ister istemez yansıtırlar. Toplumların özellikle gelenek, görenek ve yaşam biçimleri edebî eserlere yansır. Bu bilgiler edebiyat tarihine de toplum bilimine de kaynaklık eder. O yüzden, edebiyat tarihi incelenmeden toplum bilimi hakkında hüküm vermek tam doğru olmaz.
d) Edebiyat ile Psikoloji Arasındaki İlişki
Edebî metinler yazarlar tarafından oluşturulur (Anonim olanlar hariç). Bu eserler, bire bir yazarların yaşantılarını, duygularını yansıtmasalar da onlardan izler taşır. Yani, edebî metinlerde yazarın psikolojisinden izler vardır; derinlemesine ve bilimsel yapılan bir incelemeyle, eserler bizi yazarların ruh dünyasına götürebilir. Edebî eserler, insanı her yönüyle aydınlatır. İnsanın ruh dünyasına ağırlık veren psikolojik eserler (romanlar, duygu ağırlıklı şiirler…) insanların ruh çözümlemelerini yapar; bu çözümlemeler, çevremizdeki insanları daha iyi anlamamızda, “Bin bir çeşit insanın, bin bir çeşit hâli vardır.” diyerek olayları, durumları yorumlamamızda bize yardımcı olabilir. Mehmet Rauf‘un “Eylül“, Peyami Safa‘nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” adlı romanları buna güzel birer örnektir. Bu tür eserler, psikoloji bilimi için de önemli malzemelerdir. Ancak, edebî eserlerin, gerçeğin değiştirilip dönüştürülmesiyle oluşturulduğu unutulmamalıdır. Bire bir gerçeği yansıtmasa da anlatılan olayların ve kişilerin benzerlerini günlük hayatımızda görmemiz mümkündür.
e) Edebiyat ile Felsefe Arasındaki İlişki
Madde ve yaşamayı çeşitli yönleriyle inceleyen bir düşünce sistemi olan felsefe, zaman zaman araç olarak edebî metinleri kullanmıştır. Bazı edebî metinlerin arka planında bazı düşünceler yatar. Toplumları etkileyen bu düşünceler, felsefî metin yalınlığıyla değil, değiştirilip dönüştürülerek anlatılır. Sayfalarca süren bir edebî metnin arkasında bir cümlelik, bir iki kelimelik bir düşünce olabilir. Edebî metin, bu yönüyle felsefî metinlerden ayrılır. Örneğin Albert Camus’nun romanlarında (Bulantı, Düşüş vs.) egzistansiyalizm (varoluşçuluk) felsefesinin işlendiği görülebilir.
f) Edebiyat ile Bilim -Teknik Arasındaki İlişki
Bilim ve teknik insan hayatını etkileyen, değiştiren, insan hayatına yön veren yenilikleri, gelişmeleri içerir. Değişen insan yaşamı, değişiklikleriyle edebi eserlerde yer alır. Bir toplumun bilim-teknikteki seviyesini, yazılan edebî metinlere bakarak tahmin edebiliriz. Bilim ve teknikteki gelişmeler, edebiyatın gelişmesini de etkilemiştir. Örneğin, matbaanın bulunması, herkesin edebî eserlere ulaşımını kolaylaştırmış, gazetenin çıkarılmasına zemin hazırlamış; bu da gazete çevresinde oluşan edebî metinlerin oluşumunu sağlamıştır. 20. yüzyılda “fütürizm” (gelecekçilik) akımına mensup sanatçılar edebiyatı tamamıyla teknolojik gelişmelerin bir anlatım aracı olarak görmüşlerdir.
g) Edebiyat ile Halk Bilimi (Folklor) İlişkisi
Toplumun geleneklerini, göreneklerini, inançlarını, edebî ürünlerini inceleyen bilim dalına “halk bilimi” denir. Yani halk bilimi bir ülkede yaşayan halkın kültür ürünlerini, geleneklerini, törelerini, inançlarını, müziğini, oyunlarını, masallarını, efsanelerini, halk kimliğini inceler. Bunların birbirleriyle olan ilişkilerini belirtir. Kaynak, gelişim ve etkileşim gibi sorunlarını kendine özgü yöntemlerle çözme çabası içinde olur. Sonuç, kural, kuram ve yasalarını bulmaya çalışır.
Halk bilimine “folklor” da denir. “Folklor” karşılığı olarak ülkemizde eskiden “hakikat” ve “hakikat bilgisi” gibi sözler kullanılmıştır. Daha sonra bu sözler halk bilimini belirten bir terim olarak kabul edilmiştir.
Halk bilimi, halkın ortak ürünlerini içine alır. Bunlar kim tarafından üretildiği, ortaya konduğu bilinmeyen “atasözü, deyim, bilmece, tekerleme, ninni, türkü, mani, ağıt, destan, halk hikâyesi, masal, efsane, meddah, Karagöz, orta oyunu” gibi ürünler ile halkın kendine özgü araç ve gereçlerini kapsar. Halk bilimi özellikle “efsane, masal, destan” gibi edebî ürünleri inceler. Halk kültürüne ait özellikler ve edebî ürünler de halk biliminin malzemesini oluşturur. Halkın inancı, sevinci, üzüntüsü, beklentisi, sıkıntısı, özlemi, değer yargıları türkülere, masallara, destanlara, efsanelere, fıkralara; hatta deyim ve atasözlerine yansır. Öyleyse edebiyat tarihi, halk bilimi için de çok önemli bir kaynaktır.
Halk bilimi, edebiyat tarihinin önemli dallarından biridir. Bu ürünler, edebiyat tarihi içinde “Anonim Halk Edebiyatı” ürünleri olarak yer almış, edebiyat tarihçilerince ve folklor uzmanlarınca ayrı ayrı araştırılmış, derlenmiş, incelenmiş ve değerlendirilmiştir.
Türk halk biliminin ilk ürünleri, Türklerin yazıyı kullanmadığı devirlerdeki verimlerdir. Bu halk verimlerinin ilk örneklerini Kaşgarlı Mahmud’un “Divan-ı Lügati’t Türk” adlı eserinde görmek mümkündür.
Eski çağlarda oluşan bu folklor ürünleri dışında bir de sonraları halk çevrelerince beslenen ve değerlendirilen dinî- tasavvuf yolda ve din dışı konularda verilen ürünler vardır. Bunlara da Türk Halk Edebiyatı verimleri denir. Folklor ve Türk Halk Edebiyatının sınırlarını çizmek, birinin nerede bittiğini, ötekinin nerde başladığını kesin olarak belirlemek çok güçtür. Çünkü folklor, sosyal bir olaydır. Folklor ürünlerinin ilk söyleyeni bilinmediği için bunlar halkın ortak malı olarak kalmıştır. Saz şairlerinin ürünleri ise kişiseldir. Birincisi folklorcuyu, ikincisi ise daha çok, edebiyat tarihçisini ilgilendirir. Araştırmacı, folklorda genelliği, olayların izlerini, sosyal unsurları, inançları, gelenekleri ve görenekleri arar. Edebiyat tarihçisi ise genel olmayı bırakarak, orijinal yönleri, kişisel unsurları ve görüşleri bulup çıkarmak ister; güzelliği araştırır.
Sanatın ve Bilimin Karşılaştırılması
Sanat ve Bilim Karşılaştırma
Sanat ve Bilim
Sanat Eserinin Özellikleri
- Özneldir. Sanatçının duyguları, sezgileri, hayalleri yapıta yansır.
- Gerçeklere dayansa da temelde kurgusaldır.
- Duygu, hayal ön plandadır.
- Yaratıcılığa, hayallere dayanır.
- Estetik zevk/haz vermek esastır.
- Güzele ulaşmak amaçlanır.
- Sözcüklere yeni anlamlar yüklenir.
- Çok anlamlılık vardır.
- Soyut kavramları işler.
- İyiyi, doğruyu, güzeli sezdirir.
- Görece olduğu için kesin bir tanımı yapılamaz.
- Yoruma açıktır.
- Dil genellikle sanatsal işleviyle kullanılır.
Bilimsel Eserin Özellikleri
- Nesneldir. Bilim adamı duygularına, hayallerine yer vermekten kaçınır.
- Gerçeğe yaslanır.
- Akıl, mantık ön plandadır.
- Araştırmaya, incelemeye, nesnel verilere dayanır.
- Yararlılık esastır.
- Doğrulara ulaşmak amaçlanır.
- Sözcükler gerçek anlamında kullanılır. Terimlere yer verilir.
- Anlam tek boyutludur.
- Somut gerçekleri ele alır.
- İyiyi, kötüyü; doğruyu, yanlışı gösterir.
- Kesin yargılara varır; belli kalıpları ve tanımları vardır.
- Bilimsel verilerle desteklendiğinden yoruma açık değildir.
- Dil, göndergesel işleviyle kullanılır.
:Bilimsel Eserin Özellikleri, Edebiyat ile Bilim-Teknik Arasındaki İlişki, Edebiyat ile Coğrafya Arasındaki İlişki, Edebiyat ile Felsefe Arasındaki İlişki, Edebiyat ile Halk Bilimi (Folklor) İlişkisi, Edebiyat ile Psikoloji Arasındaki İlişki, Edebiyat ile Sosyoloji Arasındaki İlişki, Edebiyat ile Tarih Arasındaki İlişki, Sanat Eserinin Özellikleri, Sanatın ve Bilimin Karşılaştırılması -
Edebiyat ile ilgili şairler den güzel sözler
Edebiyat insanın tutkusu, anlatılamayanı anlatmak, sözcüklere daha önce verilmemiş anlamlar yükleyerek konuşmaktır.
Aldous Huxley
Edebiyat; gençliği yetiştirir, yaşlılara zevk verir, ikbalde süs, felakette teselli ve sığınak olur.
Moliere
Bir ülkede edebiyat ve sanattan çok siyaset konuşuluyorsa, o ülke üçüncü sınıf bir ülkedir.
Friedrich Nietzsche
Yaşamı güzelleştiren, insanı hayata bağlayan, öz duygularla zenginleştiren edebiyattır.
Suut Kemal Yetkin
Zihnimiz için edebiyat, kuşun kanatları gibidir. Kuş hiç şaşmadan uçuyorsa ,kanatları değil, keskin gözleri sayesindedir.
Panait Istrati
İnsan topluluklarının gelişmesi, her şeyden önce dil ve edebiyatlarının ilerlemesine bağlıdır.
Namık Kemal
Edebiyat bize yaşamadığımız, yaşayamadığımız ya da yaşayıp da farkına varmadığımız hayatlar hediye eder.
Mehmet Eroğlu
Edebiyat, insanların birbirlerini daha iyi anlamalarının yolu, kültürlerin birlikteliğinin vazgeçilmez köprüsüdür.
Mehmed Uzun
Bütün sanatlar gibi edebiyat da hayatın yetmediğinin itirafıdır.
Fernando Pessoa
Edebiyat yüzümüzde tutulmuş bir aynadır, renkliliklere, farklılıklara rağmen aynada gördüğümüz esasında bizim aksimizdir.
Mehmed Uzun
İnsanlar birinci mevkide giderken, edebiyat yük katarına atılırsa, dünyanın anası bellenmiş demektir.
Gabriel Garcia Marquez
Gittikçe anlıyorum ki edebiyat; insanlığın ortak malıdır ve her yerde, her zaman yüzlerce; ama yüzlerce insanda ortaya çıkar, biri ötekinden biraz daha iyi becerir ve ötekinden biraz daha su yüzünde kalabilir, hepsi bundan ibaret.
Goethe
Edebiyat denen şey, hayatı mümkün olduğu kadar gerçek kılmak için çaba sarf etmenin bir adıdır.
Fernando Pessoa
Gerçek edebiyat ruhsal sağlığımızın güvencesidir, her zaman sürdürmüştür bu işlevini; umarım, bundan sonra da sürdürür.
Tahsin Yücel
Bozulmuş bir edebiyat sağlıksız bir toplumun ürünüdür. Bir toplum bütünüyle edebiyatına yansır. Edebiyat en etkili sanat olduğuna göre toplumdaki bozulmalara, yabancılaşmalara karşı da savaşım vermeli.
Yaşar Kemal
Edebiyat bir resimdir ya da daha doğrusu hem resim hem de aynadır. Duygunun ifade edilmesidir, ince bir eleştiridir, öğretici bir belgedir.
Dostoyevski
Hiç kuşkusuz edebiyat olmasaydı, insanın pek çok yanı gizli, örtük kalacak, tutkularımız, hayallerimiz ortaya çıkmayacaktı.
Anonim
İki tarih vardır; biri siyasetin, diğeri edebiyat ve sanatın. İlki iradenin, ikincisi aklın tarihidir.
Arthur Schopenhauer
Edebiyat ve sanat dünyasında yalnız dahiler vardır. Ondan ötesi, bir alay zavallı taklitçi, bir alay zavallı maskaradır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Edebiyat, dünya vatandaşıdır ve kendini milli gösterdiği ölçüde ilginçtir.
Goethe
Edebiyat, hayatı taklit etmez, hayatın önünde gider, ona istediği biçimi verir.
Oscar Wilde
Edebiyattan başka endişesi olmayan bir zeka, bilir ki hiç kimse başkasının kendisinden evvel düşünmediği bir şeyi düşünmekle öğünemez, bilir ki bir fikrin değeri yalnız şeklindedir ve eski bir fikre yeni bir şekil vermek, işte bütün sanat ve insanlığa nasip olabilecek tek eser budur.
Peyami Safa
Aslında edebiyat, yalnız yazmak değil, aynı zamanda susmaktır. Edebiyatın güzelliği asıl sessizliğinden gelir.
Feyza Hepçilingirler
Mutsuz ailelerde büyüyen gençler için edebiyat zaten en güzel sığınaktır.
Elif Şafak
Bir edebiyat “milli” olduğu nispette, “milletlerarası” değere sahip olur.
Ahmet Hamdi Tanpınar
Yemek bedeni, edebiyat ruhu doyurur.
Ahmet Ümit
Edebiyat, iki ruhun arasında bir tesadüf noktasıdır.
Charles de Boses
Yazmak unutmaktır. Edebiyat dünyayı hiçe saymanın en uygun yoludur.
Fernando Pessoa
Edebiyat hayatın uydusudur, onu taklit etmez, hayata istediği biçimi verir.
Oscar Wilde
Edebiyat, insan ruhunda yapılan yolculuktur.
Ahmet Ümit
Edebiyat, hakikatlerin hayalle süslenmesidir.
Hüseyin Nihal Atsız
Edebiyat aşkın en büyük sığınağıdır.
Murathan Mungan
Edebiyat, hayatı anlamanın tek yoludur. Ben bunu yaşayarak öğrendim.
Zülfü Livaneli
Edebiyat, anlaması kolay yazması zor olmalıdır; anlaması zor yazması kolay değil.
Wang Chung
Edebiyat bilmeyen, soru soramaz, cevap bulamaz, problem çözemez.
Murat Menteş
Edebiyat savunma değil, tanıklıktır.
İnci Aral
Kötü edebiyat güzel duygularla yapılır.
Andre Gide
Bir milletin, yabancı eserleri kendi diline çevirmesi, onun en önemli kültür adımıdır.
Goethe
Edebiyat, her şeyden önce değişmekte olan dilin en yüksek anlatım yeteneğidir.
Ezra Pound
Edebiyatçılar, yaşadıkları sürece hicvedilirler; öldükten sonra da övülürler.
Voltaire
Edebiyat, yazarların meydana getirdiği bir cumhuriyettir.
Moliere
Ne kadar sıkıcı ve sönük olurdu edebiyatsız bir hayat! Ne kadar karanlık ve fakir, ne denli üzgün ve boş olurdu onsuz dünyamız!
Mehmet Murat ildan
Edebiyatı icat ettik çünkü gerçek yeterince yaratıcı değildi ve bir de yalnız kalmak istedik, bir süreliğine de olsa!
Mehmet Murat ildan
Edebiyat bir mikroskoptur; bize görünmeyeni gösterir.
Mehmet Murat ildan
-
Edebiyat nedir? Edebiyatın kısa tanımı
Edebiyat, duygu veya düşüncelerin dil yoluyla insanlara en güzel şekilde aktarılmasıdır. Edebiyat kavramı “edep” kelimesinden türemiştir. Bu nedenle, edebe aykırı metin veya konuşmaların edebiyat kapsamına alınması mümkün değildir.
İnsan olmanın gereği olarak hayatımız boyunca farklı duyguları, farklı olayları yaşarız. Kimi zaman ise bu duygu ve olayları başkalarıyla paylaşma ihtiyacı hissederiz. Anlattıklarımızın insanlar tarafından anlaşılmasını sağlamak için iyi bir anlatım tarzı sergilememiz şarttır. İşte, edebiyat, insanlarla paylaşmak istediklerimizi en etkili ve güzel şekilde anlatmamızı sağlar. Bunu kimi zaman bir şiirle, kimi zaman bir düzyazıyla gerçekleştiririz. Hangisi kullanırsak kullanalım dili, sözcükleri en güzel şekilde kullanmamız gerekir. ”İnsanlar, kahve içmek için değil, dostları ile sohbet etmek için bir araya gelir.” ifadesi ile “Gönül ne kahve ister ne kahvehane / Gönül bir dost ister, kahve bahane” ifadesinin bizde uyandırdığı duygu aynı değildir. İşte, ikinci anlatımın çok daha etkileyici olmasının nedeni edebi bir şekilde yazılmış olmasıdır.
Edebiyat, bir toplumun her yönden gelişmesini sağlar. Edebiyatın gelişmediği, önemsenmediği bir toplumda diğer bilim dallarının da geliştiğini veya gelişeceğini savunmak mümkün değildir. Bu nedenle edebiyata önem vermeli onu yaygınlaştırmalıyız.
-
En iyi kitap tavsiyeleri
Öncelikle bir kitap seçmeden önce aslında konu başlıklarını tanımamız ve hangi konularda kendimizi buldugumuzu belirlememiz gerekiyor. Aslında kitap serüveni insanın tıpkı birşeyler izler gibi ruhunun derinliklerinde o mülahazayı yaşaması an ve an kaydetmesi hayal dünyasının sınırlarını keşfetmesine yol açar. Bir bakıma konu seçme aşaması hangi yoldan başlamamız gerektiğini bizlere gösteriyor.
En iyi kitap başlığı aslında bizim bu yolculukta sizlere ilk yazım olmak ile birlikte kendi hayal dünyamdan sizlere aktarıcagım tavsiyelerdir.
-İnsan Mühendisliği – Nüvit OSMAY (Hayat karşısında insanın kendisi ve çevresi)
KONUSU:Çok faydasını göreceğiniz bir kişisel gelişim kitabı. İçerisinde birçok yaşanmış kısa hikaye ve alıntı var. Kendinizle ilgili gelişim göstermenizi sağlayacak bölümler olduğu gibi insanlarla ilişkileri kapsayan bölümlerde mevcut. Özellikle iş icabı insanlarla iç içe iseniz bu kitabın size çok yararı olacaktık. Kişisel gelişime ilgili olan herkese tavsiye ediyorum. Keyifli okumalar.
Kişisel Alıntı:Gülmesini bilmeyen dükkan açmasın.
–Özdemir Asaf-Kırılmadık Bir Şey Kalmadı
Konusu:
Özdemir Asafın Kırılmadık Bir Şey Kalmadıda bir araya getirilen aforizma niteliğindeki anı-deneme türünde yazıları ve öyküleri en az şiirleri kadar etkileyici, sıra dışı ve şaşırtıcı
“Kim bilir kaç yıllık büyücek bir defter. İçinde aforizma, şiir, öykü taslakları, tasarımları, bir sürü düş ve düşünce kırıntısı. Ben hep öyle yaptım. Şiirlerimin, öykülerimin, aforizmalarımın, günlük notlarımın ayrı defterleri olmadı. Kiminin altına tarih koymuşum, saat bile koyduklarım var.”
Kişisel Alıntı:”Yalnız, kitap yaşamanın bir parçasını oluşturuyorsa, derin bir iz bırakmışsa, ondan söz etmemek de kadir bilmezlik oluyor düpedüz.”
Ana Sayfa
About Me
An English diarist and naval administrator. I served as administrator of the Royal Navy and Member of Parliament. I had no maritime experience, but I rose to be the Chief Secretary to the Admiralty under both King Charles II and King James II through patronage, diligence, and my talent for administration.